“Hiçbir şey yapma!”

image

Fukuoka

 

 

Geçen haftaki yazımda, Söğütlü – Maksudiye’de 6–7 yıldan beri organik tarım yapan arkadaşım Berin Ertürk’ün de her cumartesi tezgâh açtığı Şişli – Feriköy Ekolojik Halk Pazarı’ndan söz etmiştim.

O gün, orada gördüğüm bir kitap ilgimi çekmişti. Kitabın adı: “Ekin Sapı Devrimi”. Yazarı: “Masanobu FUKUOKA”. Berin Hanım kitabı biliyordu; “Ben bu kitabı 80’li yılların başında tesadüfen buldum. Öylesine aldım. O tarihten beri de hiç elimden düşmez.” dedi.

— Dede yadigârı topraklarda organik tarım yapma düşüncesinin tohumu da o zaman mı düştü yoksa?

— Evet, gerçekten çok etkili oldu… Fukuoka’nın felsefesi benden öte aslında. Karşı olduğum düşünceler de var içinde.

— Nasıl bir yenilik getiriyor?

— Doğal tarım… “Do nothing farming”… Yani “hiçbir şey yapma!” Doğal gidişine bırak mümkün olduğu kadar… Müdahale etme, diyor.

— Biz ne yapıyoruz?

— En basitinden otları yok ediyoruz. Hele endüstriyel tarımda! Ot kötü bir şey, yok edilmesi lazım, düşüncesi var. Onun için şimdi bir de ot ilaçları kullanılıyor. Dolayısıyla tüm doğal bitki örtüsü mahvoluyor. Ektiğin şeyin otun içinde yetişmesi, ilk mücadeleyi kazanmasına bağlı. Ama ondan sonra ot, koruyucu. Nemi muhafaza ediyor bir kere…

Birkaç sene önce çok kuraklık olmuştu. Bahçedeki ağaçların bir bölümünün altındaki otları temizlemiştim. Bir bölümünü de doğal haline bırakmıştım. Temizlemediğimiz yerdeki ağaçlar hiç susuzluk çekmedi. Diğerleri neredeyse gidiyordu.

— Sizin köyde başka kimse yaşadı mı böyle bir deneyimi?

— Evet, ama isteyerek değil, tesadüfen… Köyde kredi alanlar olmuştu. Hani mikro krediler falan var ya… Çam ağaçları, süs bitkileri alıp ektiler. Sonra kimse bakmadı. Ot bürümüş orayı… Üstünden bir yıl geçti. Artık sürsek mi bu tarlayı, öldü, bitti, bir şey kalmadı, falan derken gittik baktık ki hepsi yemyeşil; diğerlerinden çok daha sağlıklı! Otun içinde gayet güzel büyümüşler. Kurağa rağmen susuzluk çekmemişler.

— Otla savaşmayı bıraktın mı tamamen?

— Minimuma indirmeye gayret ediyorum. Zaten hiçbir zaman “öldür, yok et!” anlayışında olmadım.  Bir de şunu gözlemledim:

Otu temizlediğin zaman; yaktığın, yok ettiğin zaman, oradaki çeşitliliği ortadan kaldırıyorsun. Yerine, bir iki tip en saldırgan, en zararlı yabani ot çıkıyor. Bunu özellikle yanan yerlerde çok bariz gözlemliyorsun. Hâlbuki doğal denge içinde olduğu zaman ne kadar farklı… Bir görsen, sebze bahçem ot içinde şu anda… yoncası, çiçeği, küçüğü, büyüğü… Böcek sorunumuz olmadı hiç… Hiç ilaçlama yapmadım. Bir tek, yağmurdan sonra domatesler mantar hastalıklarından etkilendi. Onun dışında hiçbir sorun yok.

Fukuoka meyve ağaçlarının altına sebze tohumlarını rasgele serpiyor. Orada otların arasında bir şeyler çıkıyor. Ben öyle yapamam. Toplama zorluğu falan…

— Sen ne yaptın?

— Daha başka bir yöntem: Bir sıra domates, bir sıra fasulye; onun yanında bir sıra pazı, sonra gene domates… İki sıra domatesin arası en az iki metre uzak birbirinden…

— Bu şekilde ekmenin yararı ne?

— Her sebzenin ihtiyacı farklı oluyor; biri topraktan fosforu çekiyor, öteki başka bir şeyi… Dost bitkileri yan yana ekmeye çalışıyorum, böylece dengeyi sağlıyorum. Mesela bir ara patlıcanlara böcek geldi, ama o bölümde kaldı. Bütün bahçeye yayılamadı, çünkü patlıcanların arasında mesafe var. Araya domates vs. girdiği için ötekileri bulamadı… Karışık bahçe deniyorum. Hoşuma gidiyor. Arada çiçekler de var. Seneye daha çok çiçek ekeceğim…

image

Bu söyleşiden sonra kitabı merakla okumaya başladım. Gerçekten, okudukça tarımda geleneksel yöntemlere dönüşün gerekliliğini, hatta zorunluluğunu hissediyor, kavrıyor insan. Doğanın bir parçası olarak, özümüzden ne kadar uzaklaşmakta olduğumuzu da…

Fukuoka mikro-biyoloji alanında öğrenim görmüş, uzmanlaşmış. Uzun yıllar bitki hastalıkları üzerine araştırmalar yaptıktan sonra insanın doğayı kontrol etme çabalarının gereksiz ve yıkıcı olduğunu anlamış; Japonya’nın güneyinde Şikoku adasındaki küçük köyüne dönmüş.

“Babam o sırada mandalina yetiştiriyordu. Dağdaki bir kulübeye taşındım ve çok sade, ilkel bir yaşam sürmeye başladım. Düşünüyordum ki eğer fark ettiklerimi burada, bir narenciye ve tahıl çiftçisi olarak hayata geçirip örnekleyebilirsem bütün dünya bunun doğruluğunu kabul edecekti. Yüzlerce açıklama sunmaktansa bu felsefeyi uygulamak yerinde olmayacak mıydı? Benim “hiçbir şey yapma!” tarımı yöntemim bu düşünceyle başladı. Yıl 1938’di…”

Babası bol ürün veren mandalina bahçelerini ona emanet edene kadar her şey yolunda gidiyor. Fukuoka sloganını uygulayacak ya; budamayı falan bırakıyor. Böylece dallar birbirine dolanıyor, her tarafı böcek sarıyor ve… güzelim ağaçlar kuruyup gidiyor.

O zaman anlıyor ki acele etmiş. Ve anlıyor ki doğal tarım, “terk etmek” demek değil. Babası da öyle düşünüyor olmalı; kendisine bir iş bulmasını, bu arada düşüncelerine çekidüzen vermesini, sonra tekrar köye dönebileceğini söylüyor.

Baba sözü dinleyip Koçi’deki deneme istasyonunda müfettiş olarak çalışmaya başlıyor. Bu görevde kaldığı sekiz yıl boyunca bilimsel tarım, hastalık ve böcek kontrolü üzerine araştırmalar yapıyor… Ama hep şu soruyla boğuşuyor Fukuoka: Doğal tarım bilimsel tarım karşısında ayakta kalabilecek mi?

“Savaş bitince taze bir özgürlük esintisi duydum. Rahat bir nefes alarak köyüme döndüm ve tarımı yeni baştan ele aldım.”

Deneye yanıla ilerliyor ve bugün “hiçbir şey yapma!” yöntemiyle ulaştığı yıllık ürün miktarı, Japonya’nın en yüksek verimine eşit. Modern tarımın tersine, “Şunu yapmasak nasıl olur? Bunu yapmasak nasıl olur?” diyerek, eleye deneye sadeliğe varmış.

“En sonunda şu sonuca vardım: Sürmeye gerek yoktu, gübrelemeye gerek yoktu, kompost yapmaya gerek yoktu, böcek ilacı kullanmaya gerek yoktu.”

Çiftliğinde konuk ettiği insanlardan da söz ediyor Fukuoka. Her milletten; araştırmacı, çiftçi, öğrenci, şair, gezgin, hippi; kadın, erkek, genç, yaşlı… Bahçe ve tarla işlerine yardım ederek öğreniyor ya da meraklarını gideriyorlar. Meyve bahçesinin bulunduğu tepede birkaç kulübecik… Mum ve lamba ışığında geçen huzur dolu akşamlar… Kahverengi pirinç ve sebzeden oluşan öğünler… Çok sade bir yaşam var burada.

Fukuoka onlara çay sunuyor; hep birlikte sohbet ediyorlar. Onların anlattıklarını dinlemekten, başka diyarlarda bu işlerin nasıl yapıldığını öğrenmekten çok hoşlanıyor.

Ama… “Hiçbir şey yapma!” yı başlangıçta “Yan gel yat!” anlayan bu insanları büyük bir sürpriz bekliyor: “Şafak vaktinin sisleri içinde pınardan su taşımak, eller kızarana ve su toplayıp sızlayana kadar odun kırmak, diz boyu çamurun içinde çalışmak… Birçoğu hemen vazgeçiyor!”

***

Amacım, ipuçları vererek ilgi uyandırmaktı. Ama şunu da belirtmeliyim: Fukuoka’nın geliştirdiği tarımsal yöntemin anlatımından ibaret değil bu kitap. Onun, insanı doğayla, insanı insanla yeniden birleştiren büyük yaşam felsefesinin hikâyesi aynı zamanda.

“Hayvanlar da dövüşürler, ama savaşmazlar. Güçlü/zayıf farkı yaratmamızın sonucudur savaş. Savaşın insanlığa özgü bir “ayrıcalık” olduğunu söylerseniz, o zaman yaşam bir saçmalıktır. Bu saçmalığın saçmalık olduğunu bilmemek; işte insanın trajedisi burada yatar.”

04/10/2007

Bizim Sakarya Gazetesi

 

 

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir