Kitap Fuarı!

Kent Meydanı’nda şöyle bir dolaştık dün gece. İftardan hemen sonraydı. Baktık ki Büyükşehir’in düzenlediği Ramazan etkinlikleri başlamış.

Gördük ki belediyenin “kitap fuarı” anlayışında yine bir değişiklik yok! O derme çatma barakalar şimdi de buraya kurulmuş!

Sayın baylar! Sizin beğeninize uyabilir, ama bir de koskoca bir kentin insanlarına karşı sorumluluğunuz var… Ayrıca, sözcükleri de dilediğiniz gibi kullanamazsınız! Onda dokuzu dini içerikli kitapların sergilendiği yere kitap fuarı denmez! Hem de “15. Kitap Fuarı”!..

Ramazan dolayısıyla illa böyle bir tanıtım yapmak istiyorsanız, “Dini Yayınlar Sergisi” deyin.

Türk Dil Kurumu, Türkçe Sözlükte şöyle tanımlıyor kitap fuarını: “Çeşitli kurum ve yayınevlerinin katıldığı, çeşitli etkinliklerin düzenlendiği ve satışların yapıldığı büyük sergi yeri.”

Peki, böyle geniş bir yelpazeyi kapsıyor mu sizinki?

Söylüyoruz, yazıyoruz da ne oluyor? Bir yıl çabucak geçiveriyor. “Biz yaptık, oldu!” kafasıyla yapılmadı mı? Öyle de sürüyor. Seneye, yine aynı estetik yoksunu barakalarda ve bu kez on altıncısı kurulacak, görün bakın!

Dini kitapların ve dini objelerin satıldıkları belli yerler var şehirde. Hepsi de iki adım ötede. Satınalmak isteyen gider alır. Kent meydanında, üstelik kültürel etkinlik kapsamında, üstelik de kitap fuarı adı altında sergilerseniz, darılmayın ama size oy veren bir kesime şirin görünmek uğruna kentliliği harcıyorsunuz demektir.

Seçilmiş yöneticilerin görevi, beğeni çıtası yüksek tutulmuş ortak mekânlar yaratmak olmalı…

Kitap Fuarı. Muskalar, takkeler, tespihler… Ne alakaysa oda spreyi bile var satılanlar arasında! Satanlar da tabii, sakallı, takkeli, cübbeli adamlar… Yazık! Annelerinin babalarının elinden tutup gelen çocuklar kitap fuarı diye bunu mu belleyecekler? Çocukken bir panayıra gitmiştim. Öyle tarifsiz bir curcunaydı ki… “Panayır” deyince belli belirsiz içim daralır.

Günümüzün olanaklarıyla doğru örnekleri bulup belirli bir standardı tutturuyoruz artık. Ama sürekli borçlanma ve yabancıları taklit etme kolaycılığıyla nereye kadar gider? Türk insanının yaratıcılığını teşvik etmekten uzak bu yapılanlar.

Ortak alanları, göze batmak istemeyen, sürekli abur cubur yiyip, çevreyi kirleten insanlar dolduruyor. Vakit geçirmeyi seven, beylik laflara çabuk kanan insanlar…

Havalı, gösterişli bir şeyler serpiştirilmişse araya, tatsız tuzsuz, tekdüze işleri de sindiren, hatta beğenen kalabalıklar…

Oysa kim bilir ne hünerli insanlar dolaşıyor etrafta… Eskilerin, “Marifet iltifata tabidir, müşterisiz meta zayidir” deyişi unutuldu. Kimsecikler övmüyor bizim insanımızı. Yakın çevresi bile kuşkuyla bakıyor; bilinsin, yayılsın istemiyor.

Ya çok ünlenecek ya da silinip gidecek…

Dini içerikli kitaplar neyine yetmiyor? Düşünüp, araştırıp da ne olacak?

Belli ki ortalama Türk insanı sadece para kazanmaya güdülenmiş, oyalaması, yönetmesi kolay kalabalığın bir parçası olsun isteniyor. Onun için bu özensizlik…

Geçen haftaki yazımda bir kitaptan söz etmiştim. Ali Aktaş’ın  “Kültürel Renkleriyle Sakarya” adlı araştırması… Bin sayfa bile yetmemiş bu çeşitliliği anlatmaya. Ali Aktaş, bir sonraki baskıda bin beş yüz sayfaya çıkacağını söylüyor!

Bu benzersiz çalışmayı destekleyen ve kitabı basan da Adapazarı Merkez Belediyesi! Öyleyse çok kültürlü, çok renkli Sakarya’nın, Adapazarı’nın sorumluluğunu taşımalı. Uygar bir kente yakışacak bir özenle, renkler sokaklara, meydanlara taşmalı…

04/09/2008

Bizim Sakarya Gazetesi

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir